16 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Çifte Standart olarak Antisemitizm

.
Bu yazı "Ne antisemitzmdir?" başlığıyla 16 Haziran 2006 tarihli Taraf gazetesinde yayınlanmıştır.

AB Temel Haklar Ajansı (FRA) tarafından kullanılan antisemitizm tanımı (http://bit.ly/7UhLFL), İsrail’e çifte standart uygulamanın da antisemitizm olduğunu belirtir. Örneğin ABD'nin 1 milyondan fazla Iraklıyı kırımına sessiz kalır; Darfur'da 300,000 kişiyi katleden rejime arka çıkar; 40,000 kişinin canına mal olan Kürt sorununa kılıf bulmaya çalışırken; okullarda sadece ve sadece Gazze katliamını telin için saygı duruşu düzenlemek antisemitizmdir. Mısır'ın Gazze sınırına çelik duvarla kapatmasına ses çıkartmayıp İsrail'i ablukanın tek müsebbibi ilan etmek de, Ocak'ta Mısır'ın İHH'nın "Yol Açık Konvoyu"nu ölüm ve yaralanmalar meydana gelecek şekilde engellemesine suskun kalıp 5 ay sonra Mavi Marmara konusunda feryat figan etmek de, çifte standart uygulamaktır. Konu Gazze'deki katliamın, ablukanın veya insanların canına mal olan bir engellemenin kınanması değil, İsrail'in ayrılarak sadece onun kınanmasıdır.

Değerli şair/yazar Roni Margulies "Irkçılığın Son Kalesi İsrail" başlığıyla 17.7.2006'da BirGün'de, 2.6. 2010'da Taraf'ta yayınlanan yazısında, İsrailli Yahudilerin %40’ının Arap kökenli İsraillilerin ülkeyi terk etmesini, %67’sinin Arap komşu istememesini, %41'inin eğlence tesislerinin ayrılmasını, %63’ünün Arapları tehdit olarak görmesini eleştiriyordu: "Bu vahşi, tüyler ürpertici ırkçılık, dünyanın başka hiçbir ülkesinde böylesi oranlarda, bu kadar rahatlıkla dile getirilemez.."

Oysa Margulies, %70’den fazlası Yahudilerin ülkeyi terk etmesini isteyen, %64’ü Yahudi komşu istemeyen, %85’i Yahudileri "sadık yurttaş" kabul etmeyen; Yahudilerin MİT (%57), ordu (%55), yargı (%55) ve Emniyet'te (%55) çalışmasından rahatsız olacağını söyleyen Türkiyelileri başka bir röportajında değerlendirirken çifte standart kullanıyordu: "Yahudilere karşı yaygın komplo teorileri var. Irkçılık düzeyinde. Ama gündelik, saldırgan ve azgın bir ırkçılık değil."

Bugün "sadece Yahudileri barındıran" "ırkçılığın son kalesi" İsrail'in vatandaşlarının % 76,7’si Yahudi; % 19,1’i Müslüman % 2,6’sı Hıristiyan ve % 1,6’sı Dürzi iken; "azgın bir ırkçılık" yaşanmayan Türkiye'de 1915'te %20 civarında olan gayrimüslim nüfus 1927'de % 2,5'e düşmüştü.Çünkü, Türkiye'nin kuruluş felsefesi tüm etnik unsurları "tek kimlik" içerisinde eriterek veya milli sınırlar dışına çıkararak bir ulus-devlet yaratmaktı. Vecdi Gönül bu felsefeyi "Bugün eğer Ege’de Rumlar ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır." diye özetliyordu. 1915'te Anadolu’daki Ermenilerin neredeyse tamamı zaten ortadan kaldırılmıştı. Lozan Antlaşması uyarınca; Türkiye'deki 1,250,000 Rum ve Ortodoks Hıristiyan Yunanistan’a zorunlu göç ettirildi. 2 Mart 1923'de dönemin Sağlık Bakanı Rıza Nur TBMM'de "İstanbul’da 30,000 Yahudi vardır. [...] Tabii, olmasalardı daha iyi olurdu..." demekteydi. Neredeyse 100,000 Yahudi 1922-1958 arasında uygulanan politikalarla göçe zorlandı.

Yine Margulies'in yazısındaki "İsrail gayrimeşru bir korsan devlet" ifadesi, "kurumsal ve meşru ırkçılığın son kalesi " cümlesiyle birlikte okunduğunda; FRA'nın "antisemitizmin İsrail Devletiyle ilişkilendirilerek dışavurum yolları" arasında saydığı "İsrail Devletinin varlığının ırkçı bir çaba olduğunu iddia ederek, Yahudi halkının kendi kaderini tayin hakkını reddetmek" örneğiyle örtüşmektedir.

Margulies, Taraf'taki "Terörist kime denir" başlıklı (5.6.2010) yazısında da, "Sorunun temel nedeni, 1948 yılında İsrail’in sadece Yahudileri barındıran ve yerli halkı zor kullanarak dışlayan bir devlet olarak kurulmuş olması." diyor.

Siyonizmin amacının "birbirlerine tarih ve kan bağıyla bağlı" homojen bir ulus-devlet yaratmak olduğunu yadsımıyorum ve bunu şiddetle eleştiriyorum. 29 Kasım 1947'de BM Paylaşım Planı ile Filistin toprakların %44'ü Araplara, %56'sı Yahudilere verildiğinde, bölgede 1,350,000 Arap ve 650,000 Yahudi yaşamaktaydı. 14 Mayıs 1948'de İsrail kurulduktan bir gün sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail topraklarına girdiler. İsrail'in galibiyeti Siyonizm için bulunmaz bir fırsat yarattı ve uygar bir devlet için asla kabul edilmeyecek biçimde İsrail ve işgal altındaki topraklardan 700,000 Filistinli sürülerek mültecileştirildi. Buna karşılık Iraklı, Yemenli, Suriyeli, Lübnanlı, Mısırlı, Libyalı, Tunuslu, Faslı ve Cezayirli 900,000 Yahudi, İsrail yüzölçümünün 4 katı arazi ve taşınmazları gasp edilerek tehcir edildi; 680,000 mülteci İsrail'e yerleşti. O sebeple, Arap-İsrail sorununa değinilirken "yurtsuzlaştırma" kavramının sadece Filistinliler için kullanılması veya Filistinlilerin anavatanlarına dönme hakkı savunulurken, Yahudilerin taşınmazlarının iadesi/tazmini sorununu yok saymak da çifte standarttır.

Bir yanlış diğerini haklı kılmaz, ancak "yerli halkı zor kullanarak dışlayan bir devlet olarak kurulan" tek ülke İsrail değildir; ama nedense bu sebeple meşruiyeti sorgulanan sadece odur: İki örnekle yetinelim: Avustralya'da Aborijin nüfusu, 1788'de Avrupalıların gelişinden önce 500,000 civarındaydı; 1900'lerin başında "hastalık ve etnik temizlik" yoluyla 93,000'e düştü. Üstelik 1960'lara kadar Aborijin çocuklar asimilasyon amacıyla zorla ailelerinden alınmıştı. 2008'de Başbakan Kevin Rudd, "ölüm, acı ve ıstırap yaratan uygulamaları" için Aborijinler'den özür diledi. Keza ABD'nin batıya genişlemesi de böyle oldu: 8 Eylül 2000'de Bureau of Indian Affairs Başkanı, "Yerli Amerikalılara dair herşeyi yok etmek" amacıyla kurulan ajansının uyguladığı sistematik etnik temizlik için özür dilemişti. Bu devletler sadece beyaz adamı barındıran birer devlet olarak kuruldu. Onların "haksız, adaletsiz, hukuksuz, yerli halkı dışlayan" birer "gayrımeşru bir korsan devlet " olduğu hiç ifade edilmiyor oysa. Sorun İsrail'in eleştirilmesi değil, sadece onun eleştirilmesi ve buna dayanarak sadece onun var olma hakkının reddedilmesidir.

Margulies, Erdoğan’ın "Bugün Yahudi imajının Nazi imajından hiç farkı yoktur." demesini [FRA'nın tanımında " İsrail politikaları ile Naziler arasında kıyaslamalar yapmak"], "İsrail'in kontrolü altına olan bir dünya medyası var, onu da özellikle vurgulamak lazım.." açıklamasını [Yahudilerin medyayı [...] kontrol ettiğini iddia ederek onları şeytanlaştırmak], "Biz, ecdadınız kovulduğu zaman, sizi bu topraklarda misafir eden Osmanlı’nın torunları olarak konuşuyoruz." diyerek Türkiyeli Yahudileri İsrail’le aynı kefeye koymasını [Tüm Yahudileri İsrail'in eylemleriyle ilişkilendirmek]; "Netanyahu ile o kadar rahat konuşamam ama Beşir ile rahatlıkla konuşurum. [...] Niye? Bir Müslüman soykırım yapamaz." demecini antisemit bulmayarak "Hiçbir zaman antisemit laf etmedi. Bundan ötesi palavra." diyor; Başbakan’ın "Yaptıkları icatlar sayesinde oturdukları yerden para basarlar…" demesini de [Yahudileri karakterize etmek için klasik antisemitizm imgeleri kullanmak] "iyi niyetli sözler" diye değerlendiriyordu.

Sözü Herkül Milas'a bırakalım: "Asıl dikkat edilmesi gereken [...] 'sıradan' antisemitizm [...] sıradan milliyetçilik gibi, içten içe kaynayan bir illettir. İnsanı körletir ve yöneltir, ama varlığının farkında olmayız. Zaten stereotip düşünce bilincimizin dışındadır. Bizler önyargımızı 'bilgi' ve 'yargı' olarak algılar, mantıklı argümanlarla haklı gösteririz."