8 Ocak 2010 Cuma

Kırılma Noktası 1: Sol Liberal-İslami İttifak

“Biliyor musunuz, insan aynı yolda yan yana, elele mücadele verdikçe, hiç farkına varmadan yok oluyor korkularının, kuşkularının birçoğu, O'nun pek de “Başka” olmadığını, aynen bizim gibi iki kolu, iki bacağı olduğunu, aynen bizim gibi korkuları, kuşkuları, sevinçleri, dertleri, üzüntüleri olduğunu -çok ayıp ama yeniden- keşfediyorsunuz. Şimdi de bu noktadayız işte. Sivil toplumun ortak paydalarını arayan çalışmada gene yan yanayız. Birbirimizin ne yazdığını okumadan yazacağız, bir başka kişi yanyana getirecek bakacak, acaba ikimizin düşüncelerinin ortak paydası var mı, varsa ne kadar, nereye kadar? Bu sorunun yanıtını ben de merak ediyorum doğrusu.”

—Ortak Payda Yeşil-Kırmızı Kırmızı-Yeşil Denemeler kitabının arka kapağından
Şanar Yurdatapan ve Abdurrahman Dilipak (2004) [1]
3 Kasım 1996 günü meydana gelen Susurluk kazası ile Derin Devlet içindeki siyasetçi, ülkücü mafya ve Emniyet ilişkileri inkar edilemeyecek biçimde ortalığa saçıldı; hemen ardından da DYP-Refah Partisi koalisyon (Refahyol) hükümeti, demokrasi dışı güçler tarafından 28 Şubat 1997 tarihli MGK Kararları sonucu gerçekleştirilen bir “post-modern darbe” ile 18 Haziran 1997 tarihinde istifa etmek zorunda bırakıldı. Bu süreçte, ordu içinde İslami kesimi izlemek ve fişlemek amacıyla kurulmuş olan Batı Çalışma Grubu deşifre edildi, ardından Anayasa Mahkemesi, 16 Ocak 1998’de Refah Partisi’ni kapattı ve Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı siyasetten menetti. Refah partisin kapatılması, politik İslamcı çizgide bir özeleştiri süreci ve kırılma noktası yarattı. Bu dönemde türban konusundaki çatışmanın da şiddetlenmesi sonucunda, Ordu ve Kemalist elitler ile İslâmcı, liberal ve sol-liberal kesimler ilk kez bu denli saflaşmış halde karşı karşıya geldiler. Ülkücülerden farklı olarak, İslamcı militanların 16 Şubat 1969 günü 6. Filoyu protesto yürüyüşü sırasında solculara saldırması dışında, bu kesimler arasında kanlı bir tarih de yoktu. O sebeple, sol liberallerin yaşanan bu süreci Kemalist ideolojinin ve onun dayandığı askeri vesayet rejiminin demokratikleşme sürecine vurduğu yeni bir sekte olduğu tespitinden hareketle; İslami kesimi de, tıpkı sosyalistler, Kürtler ve azınlıklar gibi rejimin ezilenleri arasında tanımlaması zor olmadı.

Böylece, sol-liberal ve İslami kesimlerin entelektüel kanaat liderleri arasında pragmatik bir diyalog başlatılabildi ve bu diyalog kısa zamanda dayanışma ve işbirliğine dönüştü. Sol liberal Sivil Toplum Örgütleri ve kanaat önderleri, Susurluk skandalı ve 28 Şubat “post-modern darbesi” sonrasında, İslami Sivil Toplum Örgütleri ve kanaat önderleri ile ortak eylemlere katıldılar, bildirilere imza attılar. Toplumdaki diğer liberal unsurlar da, cephelerin giderek daha net çizgilerle saflaşması sonucu, sol liberallere yaklaştılar. Bu dayanışmanın ilkeleri arasında, Kemalist ideolojiyi, Derin Devleti ve resmi tarihi deşifre etme; “asker-millet” doktrinini ve ordu vesayetini reddetme; Fransız laisizmine karşı çıkma; insan hak ve özgürlükleri cephesini genişletme ve farklılıkları koruyarak bir arada kültürü yaratma bulunuyordu. 1991 yılında Türkiyeli Müslümanlar Platformu’nun, 1999 yılında Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği’nin, 2002’de Filistin Dostları Girişimi’nin ve Kudüs dergisinin kuruluşuna öncülük eden Hamza Türkmen de, Haksöz dergisinin 2003 Nisan sayısında yer alan yazısında, bu işbirliği ve dayanışmanın, İslami ve sol liberal kesimlerin Kemalist rejiminin ömrünü doldurduğu konusundaki mutabakatları olduğunu tespit etmekteydi:
“Tüm farklılıklara rağmen “sol kesim” de “Müslüman kesim” de insanı ve toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu iki kesim arasında olabilecek yakınlaşmaların ortak dili, öncelikle topluma yönelen dayatmalar ve zulüm karşısında oluşturulabilir ve bir dayanışmaya dönüşebilir. Daha açıkça ifade edecek olursak, her iki kesim arasındaki dayanışmanın ortak paydası, öncelikle emperyalizme ve emperyalist yapılanmanın uzantısı olan resmi ideolojiye karşı duruşta kendini gösterebilir. Türkiye’de mevcut resmi ideolojinin sol ve sağ yorumlarından kopamamış bir solculuğun da bir İslamcılığın da, hem düzene ve emperyalizme karşı günü birlik çıkarlar dışında karşı çıkması hem vesayet altından kurtulabilmiş özgün ve erdemli muhalif bir ittifak çizgisini gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. […] Ayrıca resmi ideolojinin kimlik dayatmalarına ve emperyalist yapısına karşı çıkmak erdemliliğin ve dayanışmanın ortak zemini olacak ise, mevcut sistemin bir kurtuluş savaşı ile kurulduğu efsanesini ve icat edilen Türk ulus kurgusunun kimin senaryosu olduğunu da yönlendirilmiş söylemlerden arınarak konuşabilmeliyiz. “ [2]
Recep Tayyip Erdoğan’ın “Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” gerekçesiyle hapse mahkum edilmesi ve 26 Mart – 24 Temmuz 1999 arasında hapiste kalması; ardından AKP’nin iktidara gelmesi ve hükümetin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bir dizi yasal düzenlemeler yapması sürecinde, Ordu-Kemalist ittifakıyla sol liberal-İslami ittifak arasındaki uçurum daha da derinleşti. Bu saflaşmada, CHP, MHP ve İP de ulusalcı kampa katıldılar. Ulusalcı kampın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini bir Anayasa Mahkemesi darbesiyle önleme girişimleri bozguna uğradı. Bu dönemde Derin Devletin darbe planlarının deşifre edilmesi sonucu Ulusalcı kampın önemli isimlerinin bir kısmına karşı açılan Ergenekon Davası, iki ittifak arasındaki ideolojik saflaşmayı iyice keskinleştirdi. Ülkücüler, Milli Demokratik Devrimciler ve Kemalistler pek çok alanda ortak hareket ederlerken; liberaller ve sol liberaller İslami medyada giderek daha fazla yer almaya, İslami yazarlarla ortak kitaplar çıkarmaya başladılar.

Örneğin, Şahin Alpay, Nuriye Akman ve Etyen Mahçupyan Zaman’da, Ali Bayramoğlu, Kürşat Bumin ve Koray Düzgören Yeni Şafak’ta, Mehmet Barlas kısa bir dönem Zaman’da, sonra Yeni Şafak’ta, Gülay Göktürk Dünden Bugüne Tercüman’da köşe yazıları yazdılar. Ataol Behramoğlu, Etyen Mahçupyan, Taha Akyol, Abdurrahman Dilipak ve Işıl AlatlıDemokrasi, Batılılaşma, Laiklik, Devlet, Yeni Dünya Düzeni” (1996) [3]; Murat Belge, Doğu Perinçek ve Abdurrahman Dilipakİslamiyet ve Barış Tartışması” (1997) [4]; Şanar Yurdatapan ve Abdurrahman DilipakKırmızı Yeşil Anılar / Yeşil Kırmızı Anılar” (2003) [5] ve “Ortak Payda Yeşil-Kırmızı Kırmızı-Yeşil Denemeler” (2004) [6] adlı ortak kitaplara imza attılar. Televizyondan örnek vermek gerekirse; Cüneyt Ülsever, önce Samanyolu TV’de, sonra Kanal 7’ye programlar hazırladı; Fehmi Koru, İlnur Çevik, Cengiz Çandar ve Ali Bayramoğlu Kanal 7 için “Başkent Kulisi”; Ali Bulaç, Etyen Mahçupyan ve Kürşat Bumin Samanyolu TV’de “Düşünce Ekseni”; Ayşe Önal ve Mahmut Aydoğan Kanal 7 için “Türkiye’yi Konuşmak”; Mehmet Altan, Eser Karakaş ve Şahin Alpay Mehtap TV’de “Akıl Defteri” adlı programları hazırladılar. Sonuçta, iki kesim arasında 1990’lı yıllarda Birikim dergisi çevresinde gelişen deneyimden hareketle, ortak bir platform olarak Taraf gazetesi çıktı. 2000’li yılların ikinci yarısında, sosyalistlerin de bir kısmı da Taraf gazetesi çerçevesinde bu ittifaka dahil oldu.

Ancak bu ittifakın töre cinayetleri, kadın-erkek eşitliği, eşcinseller, toplumsal yaşam ve ahlak, Yahudiler ve Müslüman eylemcilerce gerçekleştirilen terör eylemlerine bakış farklılıklarından kaynaklanan kaçınılmaz çatışma noktaları da vardı. Hamza Türkmen, bu konuda da şunları söyler:
“Sürdürülebilir bir ittifakın taşımaması gereken zaaflar, her iki taraf için de mevcuttur ve bu gizlenebilecek bir konu da değildir. […] Tabii ki tarafların dayandığı doktrin veya bilgi teorisi farklıdır. Birisi vahyin yönlendiriciliğine diğeri maddenin diyalektik gücüne dayanmaktadır. Ve tabii ki ortak düşmana karşı paylaşılacak ittifak çizgisi, bu ittifakın unsurları arasındaki ideolojik farklılığı ve yaşamı anlamlandırma konusundaki tartışmaları yok saymamız anlamına da gelmeyecektir. Ancak bu tartışmaların mutlaka ve öncelikle çatışma getirmesi gerekmiyor. Bu tartışmalara ortak düşman karşısında çözüm arayışı olarak da bakabiliriz.” [2]
Nitekim bu ittifakın ne denli kırılgan olabileceği, geçmişte birlikte televizyon programları da hazırlayan, Yeni Şafak yazarları Cengiz Çandar ve Fehmi Koru arasında yaşananlarla kanıtlanmış oldu. Çandar, Dünya Ticaret Merkezi saldırılarını Müslüman eylemcilerin yaptığını reddeden ve bu saldırıların ardında “Dünya Ticaret Merkezi saldırılarında İsrail'in can kaybı sadece iki kişi, iki kişi de çarpan uçaklarda hayatını kaybetmiş” [7] söylemiyle bir “Yahudi parmağı” arayan Koru’nun bu komplo teorisyeni tavrını eleştirince, oldukça sert bir polemiğin ardından, iki yazar birbirleriyle konuşmayacak noktaya geldiler.

Konumuz olmadığı için, İslami kesimin töre cinayetleri, kadın-erkek eşitliği ve eşcinsellere bakışını birer örnekle geçelim: Rıdvan Kaya da Haksöz dergisinin 2004 Mayıs/Haziran sayısında yayınlanan yazısında töre cinayetlerine şöyle yaklaşıyordu:
“Aile namus ve şerefinin kirlenmesine neden olmakla suçlanan genç kız ve kadınların, ailelerinin kolektif kararıyla ölüme mahkum edilmeleri ve infazın da yine aile mensuplarınca yerine getirilmesi bahsi geçen öldürme olaylarının ortak temasını oluşturmakta. Töre; gayrı meşru cinsel ilişki ile kirletilen namus ve şerefin, suçu işleyenin öldürülmesi yoluyla temizlenmesi şeklinde icra edilmekte. [...] Töre cinayetlerinin medyanın gündeminde ön sıralara taşınması, bekleneceği üzere tepkileri harekete geçirdi. Başta feminist çevreler ve kadın dernekleri olmak üzere, pek çok sivil toplum örgütü ve parti töre cinayetlerini lanetleme yarışına giriştiler ve konunun sıkı bir takipçisi olacaklarını ilan ettiler. [...] Öncelikle ortaya konan tepkilere bakıldığında namus kavramının bütünüyle yok sayıldığı, aşağılandığı ve ilkel ve geri toplumlara has bir takıntı şeklinde algılanıp, sunulmaya çalışıldığı görülüyor. Bu yaklaşım töre cinayetlerine maruz kalan insanların yaşama hakkını savunmak adına toplumsal hayatı ve insan fıtratını ifsad etmektir; insanlığı katletmektir. Töre gereği insan öldürmeye karşı çıkanlar ne yapmak istediklerini açıklığa kavuşturmalı ve mutlaka şu soruya da cevap vermelidirler: “Töre cinayetlerini lanetliyorsunuz; peki, zinaya, evlilik dışı cinsel ilişkiye, ahlaksızlığa ne diyorsunuz?” …” [8]
Bir grup başörtülü öğrencinin herkes için —bu arada eşcinseller için de— insan hak ve özgürlükleri isteyen bir bildiriye imza atması üzerine, Yeni Şafak yazarı Akif Emre, 26 Şubat 2008’de kendisini onları uyarmak zorunda hissediyordu:
“Başörtüsü savunusu üzerinde en son gelinen nokta, yine özgürlükler adına açıklama yapan bir grup başörtülünün eşcinsel haklarını savunmaya kadar varan talepleri, dini kutsallardan bağımsız bireyi kutsayan bir dile sığınmaları ancak İslam’ın Protestanlaşması ile izah edilebilir. Dinin anlaşılmasını dinden bağımsızlaştırarak liberal bireyciliği öne çıkaran bu tutum, birbiriyle çelişen, kendi içinde tutarsızlıklarla dolu “bireysel tercih, kadın kimliği”, üstü örtük “feminizm” söylemlerine kadar savrulmuş durumda.” [9]
Liberal İslamcı kabul edilen sosyolog Ali Bulaç da, 11 Mayıs 2009’da CNN Türk’teki “Reha Muhtar’la Çok Farklı” programında, “eşcinsellere karşı bir nefret ve ayrımcılık da gütmem” dedikten hemen sonra, “eşcinsel = katil” denklemini kuruyordu:
“Mazbut paradigmadan dünyaya bakan insan, cinsel tercihte bulunan insanı eleştirme hakkına sahip. […] Eşcinsellere karşı bir nefret ve ayrımcılık da gütmem. Eşcinsellik geliştikçe insanların kitlesel olarak öldürülmeleri hızlanıyor. Eşcinsellikle sivillerin savaşta katledilmesi arasında bir orantı var. Meşru yollardan savaşı göze alamadığın zaman kitlesel olarak öldürüyorlar. Şu anda Irak ve Afganistan’da kitleler halinde sivil halkı öldürenlerin çok önemli bir kısmının eşcinsel olduğunu söylüyorlar. Bundan da özel bir zevk alıyorlar. Bu derin ruhsal travmalarla da ilgili bir konudur.” [10]
Sol liberaller, ittifak uğruna bu ve benzeri pek çok söylemi duymamazlıktan geldiler veya tam olarak nasıl tepki göstereceklerini bilemediklerinden sessiz kaldılar. Rıfat N. Bali, sol liberal kesimin bu ikircikli tavrını “Bu buhranlı ve karmaşık ortamda öncelik post modern darbeye direnmek olduğundan İslami kesimin içselleştirdiği kadınlara, eşcinsellere, gayri Müslimlere ve ateistlere yönelik ayrımcı, ırkçı ve antisemit yaklaşım göz ardı edilecekti.” cümleleriyle özetleyecekti. [11] AKP’nin yükselişine ve Kemalist rejimin saldırganlığının şiddetlenmesine paralel olarak, Milliyet yazarı Ece Temelkuran’ın saptadığı gibi, “Söz tekeli artık büsbütün İslami kesime, muhafazakar çevrelere terk edildi. Sola ne kaldı? Tereddüt!” [12]

Türkiye’deki İslami kesim, İslam Dünyasına tamamıyla hakim olan ve 11 Eylül olaylarından Darfur’da yaşanan kıyıma kadar Müslümanlara atfedilen her türlü zulüm ve terör olayından “Amerika ve/veya İngiltere ile bu ülkeleri gizli/açık yöneten Yahudileri ve Yahudi sermayesini” sorumlu tutan komplocu düşünce yapısını paylaşmakla kalmıyor; resmi tarihin reddedilmesi sürecinde, tarihi yeniden yorumlarken özgün antisemit komplo teorileri de geliştiriyordu: II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden, Ergenekon örgütlenmesine; 1915 Ermeni Soykırımından, Kuzey Irak’ta Saddam rejiminin ardından Kürdistan Özerk Yönetimi kurulmasına; İstanbul’daki Sinagog saldırılarından, işadamı Üzeyir Garih cinayetine; hatta Münevver Karabulut’un katil zanlısı Cem Garipoğlu'nun saklanmasından, kuş gribine kadar hemen her baş ağrıtıcı hal ve durumdan “Siyonistler, Yahudi sermayesi ve onların yerel işbirlikçileri”ni sorumlu tutma eğilimi iyice su yüzüne çıktı. Muhafazakarlaşarak gitgide içine kapanan bir toplumda, özellikle antisemit komplo teorileri itibar kazandı, bunların kurgulayıcıları “sözü dinlenir uzman” olarak yazılı ve görsel medyada sık sık boy gösterdi ve meşruiyet kazandı.

Liberal ve sol liberaller, bu “hassas” konuda da İslami kesimin eskiden beri varolan ancak son dönemde 2. Dünya Savaşı dönemindeki şiddetini yeniden yakalayan ırkçı, antisemit ve hatta zaman zaman faşizan söylem ve görüşlerine karşı çıkmak yerine, makyavelist bir yaklaşım geliştirerek, ortak hedefe doğru yüründüğü sürece bu görüşleri göz ardı etmeyi, hatta yok saymayı; böylece İslami kesimle diyalog ve işbirliği kanallarını açık kalmasını yeğledi. Sol liberal ve liberal kesimlerin Yahudi düşmanlığı konusunda direnme refleksi veya iradesi göster(e)memesi ile birlikte, antisemitizmin yaygınlaşması da, antisemit söylemin sıradanlaşması da, Nazi Almanyası’ndaki “saf kan” saplantısının yerel yansıması olan “Sabetaycı / Dönme” avcılığının Türkiye’de ilk kez “merkez” medyada da bu denli gündeme oturarak toplumun her kesiminde olağanüstü ilgi ve itibar görmesi de, çok şaşırtıcı olmadı.

Aslında sol liberal kesim için Kemalist ideolojiyi reddetme mekanizmalarından biri olan resmi tarihe eleştirel bir bakış ve Meşrutiyet’ten başlayarak yakın tarihi yeniden yorumlama süreci, beraberinde azınlıklar tarihine de yeni bir perspektiften ve daha yakından bakmayı da beraberinde getirdi.Gerçi Agop Agopyan tarafından kurulan Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu (ASALA), Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Ermeni Soykırımını kabul etmesi amacıyla 1975-1985 döneminde —7 Ağustos 1982’deki Esenboğa Havaalanı saldırısı da dahil— 16 ülkede Türkiye Cumhuriyeti mülklerine ve diplomatlarına karşı bir dizi eylem gerçekleştirmişti; sosyalistler ve sol liberaller için 1915 Ermeni Soykırımı / Tehciri, ancak 90’lı yıllardan başlayarak gerçekliği ve boyutlarını algılamaya başladıkları bir olguydu. O dönemde yaşanan vahşetin akıl almazlığı dışında; 1915’in toplumsal dokuda yarattığı hasar ve bunun günümüzdeki izdüşümleri ile bir ulus-devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ve ulusal burjuvazisinin şekillenmesindeki önemli rolü içselleştirildikçe, yaşanan entelektüel travma daha da derinleşti. 1915, özellikle sol liberal kanaat önderlerinde 2. Dünya Savaşı ertesi Alman aydınlarının Yahudi Soykırımı sebebiyle yaşadıkları travmaya yakın bir suçluluk duygusu ve sarsılma yarattı.

Ahmet İnsel’inErmenilerle geçmişte yaşananlar hakkında, bir vesileyle kendilerine soru sorduğumuz annelerimiz, babalarımız, ninelerimiz, dedelerimiz, “Sus evladım, karşılıklı çok büyük acılar çekildi” der ve başlarını çevirir, hüzünle bilinmez bir noktaya bakarlardı” diye, [13] Prof. Dr. Baskın Oran’ın ise, “Türkiye'de sivil toplum bu meselede gerçeği Ermeni diasporasının yayınlarından öğrendi. Mesela ben 45 yaşımdan sonra öğrendim.” [14] diye bahsettiği 1915 olayları, sol liberaller-İslami kesim ittifakı tarafından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ve onun tarihsel devamı olarak Kemalist rejimin insanlığa karşı iradi bir suçu olarak tespit edildi. 1915’in Kemalist ideoloji tarafından önce tamamıyla inkar edilmesi, sonra da revizyonist bir söylem geliştirip “mukâtele [karşılıklı boğazlaşma] ve savaş koşullarının dayattığı tehcir [zorla göç ettirme]” olarak tanımlama çabaları; sol liberal kesim için “1915’te Osmanlı Ermenileri'nin maruz kaldığı Büyük Felâket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum.” [15] bildirisi ile somutlaşan biçimde, derin bir utanç sebebi oldu.

Kemalist rejimin 1915 Ermeni Soykırımı / Tehciri konusunda toplumsal bellek üzerinde uyguladığı sistematik sansürün boyutları, Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü Başkanı Prof. Dr. Murat Belge’nin Birikim dergisinin 202. (Şubat 2006) sayısında “Edebiyatta Ermeni Sorunu” başlığıyla yayınlanan bir makalesinde, Türk edebiyatında 1915 olaylarının görmezden gelindiğini, onu şaşırtan biçimde Nâzım Hikmet'in de bu tutum içinde olduğunu yazmasıyla ortaya çıktı. [16] Nokta dergisi, yaptığı bir araştırma sonucu, Hikmet’in kaleme aldığı “Akşam Gezintisi” adlı şiirinin, özgün halinin aşağıdaki 5 mısraı da içeriğini, ancak bu satırların devlet tarafından özenle sansürlendiğini ortaya çıkardı:
“…
bakkal karabetin ışıkları yanmış
affetmedi bu ermeni vatandaş
kürt dağlarında babasının kesilmesini
fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri türk halkının alnına
…” [17]


Belge, Nokta dergisine yaptığı açıklamada “Nâzım Hikmet benim çok sevdiğim bir yazar. Ermeni soykırımı konusunda böyle bir şiirinin çıkmasına çok sevindim. Öbür türlüsü canımı sıkardı.” dedi. Gerçi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Genel Sekreteri şair Turgay Fişekçi [17] ve Hürriyet gazetesi yazarı şair Özdemir İnce [18], bu satırların Ermeni Soykırımı’na gönderme yaptığına itiraz ettiler; ancak Nazım Hikmet’in 1915 hakkındaki görüşleri, uluslararası camiaya çok da yabancı değildi; hatta son olarak Derek Jones’un 2001 yılında basılan “Censorship: A World Encyclopedia” adlı eserinde de, Nazım Hikmet üzerine şu satırlar da yer almaktaydı: “Serbest nazımda yazığı şiirleri genellikle sosyalist konular üzerinedir ve Marksizm’i teşvik edicidir. Eserleri sosyal eleştiri ile doludur ve Türkiye’de Ermeni Soykırımını hakkında ne düşündüğünü açıkça söylemiş az sayıdaki yazardan biridir.” [19]

Zaten geleneksel olarak devlete muhalif ve azınlık hakları konusunda hassas olan demokrat sol ve sol liberaller için, nasıl 1923-24 Nüfus Mübadelesi Rumlar konusunda bir hassasiyet yarattıysa, 1915’e ilişkin içselleştirme, kabullenme ve travma da Ermeniler konusunda çok daha keskin bir hassasiyeti yaratmış oldu. Kemalist rejimden payına oldukça fazla miktarda baskı ve zulüm düşen İslami kesim zaten, İttihat ve Terakki döneminden başlayarak ülkenin İslam düşmanlığı temelinde “Yahudi” ve onun yerli işbirlikçileri olan Masonlar ve Dönmeler tarafından yönetildiği düşüncesine sahipti. O sebeple, İslami kesim için de Theodor Herzl’e Filistin’de toprak vermeyi reddeden II. Abdülhamid’in Müslümanlara bir zulüm olarak İttihat ve Terakki tarafından tahttan indirilmesi, İttihatçıların Müslümanlara bir zulüm olarak laisizm temelinde Cumhuriyeti kurmaları ve Herzl’in görüşleri doğrultusunda eski Osmanlı topraklarında Müslümanlara bir zulüm olarak İsrail’in kurulması gibi birbiriyle ilişkilendirdikleri zincire, bir başka İttihatçı / “Yahudi” zulmü olarak 1915 olaylarını eklemek pek de zor olmadı.

Sol liberaller ve ittifak yaptıkları İslami kesimin önderleri, farklı sebeplerle geliştirdikleri, ancak ortak bir zeminde buluşmayı başardıkları Ermeniler konusundaki bu yeni hassasiyet sebebiyle, Türkiyeli Ermenilere yapılan ırkçı saldırılar söz konusu olduğunda —haklı olarak— ciddi tepki gösterdiler. Ancak iş Yahudilere karşı yapılan saldırılar olduğunda, sol liberaller, hem ideolojik arka planlarının derinlerinde bir yerlerde çakılı duran “Emperyalist burjuva Yahudi” imgesi sebebiyle, hem de İslami kesimle diyalog kanallarını açık tutmak adına, sessiz kalmayı seçtiler. İşte belki de bu yüzden, sırf Yahudi oldukları için öldürülen Yasef Yahya ve Mois Konur’la kimse ilgilenmedi, Sinagog saldırılarından sonra kimse sokaklara dökülmedi, Nuray Mert’in “ulusal yas” çağrısı cevapsız kaldı, Nurullah Kuncak’ın tezlere konu olacak demeci girmezden gelindi, İslami yayınlardaki antisemit söylem göz ardı edildi veya “düşünce özgürlüğü” kisvesi altında hoş görüldü; 15 Kasım’ın yıldönümlerinde ellerinde pankartlarla sokaklara dökülen, “hepimiz Yahudi’yiz” diye bağıran veya köşelerinde iki satır yazı yazan pek çıkmadı. Anadolu’da Vakit, Yeni Şafak, Zaman ve Türkiye gazetelerinde, hatta bu ittifakın dışında yer alan Millî Gazete’de ve bunlarla aynı çizgideki televizyonlarda sık sık antisemit yorum ve haberler yer almaya devam etti.

Rıfat N. Bali, “halkı, dil, din, ırk mezhep ve bölge ayrımı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” gerekçesiyle hakkında açılan davayı kaybeden ve kendini fesheden antisemit Akit gazetesiyle ilgili ilginç bir örnek vermektedir:
“[Bu da] İslami entelijensyanın radikal isimlerini ya hoşgörmek, ya yazdıklarını okumazdan gelmek veya […] nefret söylemini dile getiren yazarları “ifade özgürlüğü” çerçevesi içinde değerlendirmek gibi bir “demokrat” tavrın gelişmesine yol açacaktı. Bu tavrın en belirgin örneği […] Anadolu’da Vakit gazetesinin (selefleri Beklenen Vakit ve Akit) ırkçı ve antisemit yayınları konusunda, iki istisna dışında [Menderes Çınar, “Akit gazetesi, “Şer güçlere karşı ateş hattında”, Birikim, 99:77-85, Temmuz 1997 ve Ruşen Çakır, “Akit ya da lumpen İslâmcılık üzerine notlar”, Birikim, 136:82-89, Ağustos 2000], ciddi herhangi bir incelemenin yayınlanmamasıdır. Yayınlanmaması bir yana tam aksine Akit yönetimi aleyhine açılan davaları kaybetmesi ve tazminat cezalarının kesinleşmesi üzerine cezaları ödememek için gazeteyi kapatıp Anadolu’da Vakit adıyla yeni bir gazete gibi yayınına devam etmesi üzerine liberal ideolojiyi savunan Liberal Düşünce Topluluğu’nun web sayfasında yer alan bir makalede bu kapatma kararı “ifade özgürlüğü”nün kısıtlanması olarak eleştirilebiliyor ve Akit’e övgüler düzenlenebiliyordu.” [11]
Sol liberal-İslamcı ittifakı, Türkiye’de son 20 yılın en önde gelen antisemit isimlerinin de 1990’lı yılların sonlarına doğru “demokrat İslamcı” ve “liberal İslamcı” tanımlarıyla saygınlaşmalarına sebep oldu.

1950’li yıllarda, Büyük Doğu dergisinin sahibi şair Necip Fazıl Kısakürek’in, İslam düşmanlığı yaptığı savıyla, özellikle “Dönme” ve “Çıfıt” gibi antisemit bir söylemle hakaret ettiği ve hedef gösterdiği Vatan gazetesi sahibi Ahmet Emin Yalman’ı 22 Kasım 1952’de 6 kurşunla vuran, ve 19 Şubat 2006’da Akşam gazetesine verdiği bir röportajda bu olayı “Büyük Doğu’ların Yalman aleyhinde yazdıklarının hepsini okuyorsun. Gün geçtikçe için daha fazla kin ve nefretle doluyorsun. […] Mukadessatına durmadan sövüyor. Daha nasıl tahammül edebilirsin. Haydi sen ol da vurma." diye anlatıp, "Yeryüzüne Hz. Peygamber’den daha büyük bir ahlakçı gelmiş midir? O dönemde bir suikast olayı olmuş. Bir şair [Yahudi şair Kâ’b bin Eşref] var, mütemadiyen Hz. Peygamber hakkında yazılar yazıyor. Hz. Peygamber’in “Yahu şunu susturamıyor musunuz?” dediği söyleniyor. İki sahabe buna inanarak kellesini kesip adamı susturuyorlar.” [20] diye rasyonalize eden Hüseyin Üzmez bu saygın isimlerden biriydi.

Star gazetesi yazarı Hidayet Tuksal Şevkatli’nin 6 Kasım 2009’da “Ankara’nın muhafazakar kesimlerinde tanınmış ve ne hikmetse sevilen, 60’ına merdiven dayamış, kabadayı kılıklı bir ağabeyi, bir yandan millete akşam meclisleri kurup tefsir dersleri veriyor, bir yandan da bu karizmadan etkilenerek kendisine yakınlaşan genç kızlara tacizde bulunuyordu. Bu duyum üzerine, ne yapılabileceği konusunda istişare etmek üzere, Ankara’da tanıdığımız âkil adamlardan bazılarını platforma davet ederek meseleyi anlattık. Bu adamlar, ilerleyen saatlerin sonunda, harekete geçebilmek için yeterince kanıt olmadığını ileri sürerek, bizden daha ikna edici deliller isteyerek dağılmışlardı. […] İki gün sonra […] hakkında konuştuğumuz adam, fedaileriyle başkanımızın evini bastı ve ona yaraşan bir alçaklıkla tehdit etti. Korktuk ve gidip şikayet bile edemedik. Aradan geçen onca yıldan, bu yıllar içinde adamın eline düşen onca kızdan sonra, nihayet kendisi ahir ömründe rezil olarak mahkemelere düştü de ilahi adalet yerini buldu.” [21] diye bahsettiği Hüseyin Üzmez, daha sonra antisemit yayınlarıyla tanınan Akit ve Anadolu’da Vakit gazetelerinde köşe yazarı oldu ve o dönemde televizyonlardaki tartışma programlarının vazgeçilmez isimlerinden biri haline getirildi.

O dönemde demokrat ilan edilen bir diğer isim de, 2008 yılında “Haydi Gel Bizimle Ol” adlı programda, Üzmez’in çocuk tacizi sebebiyle gözaltına alınması hakkında konuşulması üzerine “Yine topyekün seferberlik başlattılar. Yedekleri de cepheye sürüyorlar.. Müjde Ar bile, Aysun Kayacı ile birlikte “ahlak” dersi vermeye kalkıyor. […] Bunlar “pornocu” değil mi? Grub sex yapıp, ensest ilişkiye giren Lolita takımından değiller sanki.. Homoluğu, lezbiyenliği meşrulaştırmaya çalışanlar kendileri değil sanki.” [22] diye düşüncelerini özgürce ifade edecek olan; antisemit yazıları, bugün bile vazgeçmediği “Sabetaycı / Dönme” avcılığı ve “her taşın altında Yahudi ve Dönme arama” saplantısıyla tanınan, o dönemin Anadolu’da Vakit gazetesinin ve Cuma dergisinin başyazarı Abdurrahman Dilipak’tı. Bir yandan sol liberal entelektüellerle ortak kitaplara imza atan, televizyonlarda onlarla ortak tartışma programları hazırlayan Dilipak; bir yandan da “aydın” sayılmanın önkoşullarından biri olan sivil inisiyatiflerde yer alma konusunda oldukça aktifti.

16 Şubat 1969 günü Beyazıt meydanında 6. Filoyu protesto eden solculara saldırarak Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan’ın ölümüne, yaklaşık 200 kişinin de yaralanmasına sebep olan İslamcıları, sahibi olduğu Bugün gazetesinde yazdığı yazılarla tahrik eden ve tarihe Kanlı Pazar olarak geçen bu olayın azmettiricilerinden sayılan Mehmet Şevket Eygi de, yeni ittifakın yıldızlarından biriydi. 60’lı yılların en ünlü İslamcı yazarlarından olan Eygi, o dönemde “Büyük fırtına patlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kâfirler arasında topyekûn bir savaş kaçınılmaz hale gelmiştir... Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tesbihimi çekerim, etliye sütlüye karışmam deyip de zulüm edenlerden olma, gözünü aç bak. […] Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur. Canını veren şehitlik şerefini kazanır. […] Ezanlar susturulmasın, Müslümanlar komünizmle çarpışan devlet kuvvetlerine yardımcı olsunlar.” [23] türü yazılar kaleme almaktaydı. Bugünlerde Millî Gazete’deki köşe yazılarında, aynı 60’lı yıllarda olduğu gibi bıkmadan ve yorulmadan “Sabetayist / Dönme” avcılığı yapmaya ve “her taşın altında Yahudi ve Dönme” aramaya devam eden Eygi, 1990’lı yılların sonlarında Radikal gazetesi yazarı Neşe Düzel tarafından “İslamî kesimin saygın ismi.” [24] Enis Batur tarafından “bir sağ aydın” [25], Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol tarafından da “Muhafazakâr (devrimci ya da siyasi değil) İslami kesimin saygın isimlerinden biri” [26] olarak lanse ediliyordu. Akşam Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut da, 2004’te Mehmet Şevket Eygi ve Abdurrahman Dilipak’ı en sevdiği yazarlar arasında sayacaktı. [27]

Sol liberaller, AKP dönemi boyunca İslami kesimle ittifakı ufak tefek sekmelerle de olsa yürüttüler. Ancak yine de, kaçınılmaz çatışma noktaları zaman zaman su yüzüne çıktı. Akif Emre, ittifakın İslami kanadındaki bir takım rahatsızlıkları 26 Şubat 2008’de Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan yazısında dile getiriyordu:
“Sorun, liberallerin neden AKP'yle ters düştüklerini (şimdi) fark etmiş olmalarından çok AKP'nin liberallerle kurduğu ilişkinin içeriğinde yatıyor. Bir tür ideolojik destek anlamında, her türlü siyasal meşruiyeti liberal söyleme emanet eden muhafazakar partinin köşe yazarlarından azar işitmeyi yeterince hak ettiği bile söylenebilir. Asıl mesele, liberallerle yapılan ittifak devam etse de, kalsa da, Ak Parti söyleminde, daha da önemlisi tabanında bıraktığı tesirin, dönüştürücü etkisinin göz ardı edilemeyeceğidir. 28 Şubat sürecinde başlayan pragmatik ittifak arayışları, daha çok “itirafçılık” işlevi gören özeleştirilerle devam ederek bugünlere kadar gelinmiş oldu.

Liberal bakış açısı, siyaset ve ekonomik alandan toplum projesine kadar öylesine benimsendi ki konjonktürel işbirliği çerçevesinde ödünç alınan söylem olmaktan çıkıp her şeyi açıklayan, benimsenen dünya görüşü haline geldi. Bu anlamda siyaset kuramcıları açısında başlı başına çalışma konusu olabilir AKP örneği.” [9]
İttifak AKP’nin Avrupa Birliği çerçevesinde yaptığı reformlara destek verdi. Sol liberaller, AKP hükümeti bu çizgiyi koruduğu sürece, AKP Adana milletvekili Ömer Çelik’in yaptığı “Eşcinsellik onların kendi tercihleridir. Her vatandaş gibi siyaset yapmak onların da haklarıdır. Ancak eşcinseller AKP’ye üye olamazlar. Eşcinsellerin kendi partilerini kurarak siyaset yapmaları daha iyi olur” açıklamasına bile itiraz etmedi. Ancak hükümetin “çizgiden saptığı” hallerde ittifak, hükümeti açıkça eleştirmekten de geri durmadı.

3 Ekim 2008’de PKK, Hakkari Şemdinli’deki Aktütün Jandarma Sınır Karakoluna 15 askerin öldürüldüğü bir saldırı düzenledi. [28] Taraf, 8 Ekim 2008’de manşetten verdiği haberde Silahlı Kuvvetlerin baskından 16 gün önce haberi olmasına rağmen gerekli önlemleri almadığını; [29] 14 Ekim 1998’de uydu görüntüleri eşliğinde manşetten verdiği haberde ise Genelkurmay’ın baskını bir ay önceden bildiğini iddia etti. [30] Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da, 14 Ekim 2008’de “Bölücü terör örgütünün yaptığı eylemleri, altını çiziyorum başarılı gibi gösterenler, akan ve akacak olan her damla kanının sorumluluğuna ortak olacaklardır. Bunu herkesin anlamasını istiyorum. Son günlerde yoğunlaşan sistemli saldırılar, emin olunuz ki TSK'nın gücünü kararlığını azmini artırmaktan başka hiç bir işe yarayamaz. […] Bu saldırılar doğru bilgiye dayanmayan, sınırlarını aşan eleştirilerdir. […] Son sözüm şudur, dolayısıyla herkesi dikkatli olmaya ve doğru yerde bulunmaya davet ediyorum.” [31] sözleriyle Taraf gazetesine yanıt verdi.


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın orduyu savunur bir çizgiye çekilmesi sebebiyle; 17 Ekim 2008 tarihli Taraf gazetesi “Paşasının Başbakanı” manşetiyle çıktı: “Şemdinli’de Büyükanıt’ın arkasında durması eleştirilen Başbakan şimdi de Aktütün haberleri nedeniyle medyayı tehdit eden Başbuğ’a sahip çıktı. “Başbuğ’un üslubundan ve sertliğinden şikayet edenler, önce dönüp kendilerine baksınlar” diyen Başbakan’a göre Aktütün’deki olası ihmalleri sorgulayan yayınlar da terör propagandası.” [32] Ertesi gün “Paşa’nın Başbakanı Değilim” başlığıyla çıkan Taraf gazetesi, “Açıklamalarıyla Genelkurmay Başkanı Başbuğ’a destek veren Erdoğan dün “Siz kimin medyasısınız” diyerek yine Taraf’a yüklendi. […] "Bu başlıklar tirajınızı yükseltmez" diye akıl verdi.” [33] yorumunu yapacaktı. Neyse ki, Taraf 31 Ekim 2008’de Mehmet Bekaroğlu'nun kaleminden, Erdoğan’ın tutumunun arkasında 28 Şubat’a benzer bir müdahale olduğundan bahisle, gerginlikten Genelkurmay Başkanını asıl sorumlu tuttuğunu açıkladı ve hükümetle yeniden barış sürecine girdi. [34]

Başbakanın 2 Kasım 2008’de Hakkari’de yaptığı “Biz tek millet dedik. Tek bayrak dedik. Tek vatan dedik. Tek devlet dedik. Buna kim karşı çıkabilir? Buna karşı çıkanın bu ülkede yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin.” [35] açıklaması da bütün bunlara eklenince, bu defa Fehmi Koru, 6 Kasım 2008’de NTV’de yayınlanan “Yazı İşleri” programında şu sözlerle başbakanı eleştirdi:

“Türkiye’de 2002 yılında yaşanan Obamacı bir yaklaşımdı ama Türkiye 2008 yılına geldiğinde biraz Bush’u andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor. […] Ben aslında Kürt sorununa yaklaşımdan hareketle genel olarak hükümetin insan hakları, demokrasi noktasında son zamanlarda biraz kendi çizgisinden saptığı kanaatindeyim.” [36]
Başbakan Erdoğan ertesi gün Koru’ya “Güya biz iktidara gelirken Obama gibi gelmişiz şimdi Bush olmuşuz. Sevsinler seni. Yazıklar olsun.” [37] cevabını verdi. Koru, 10 Kasım’daki köşe yazısıyla, hükümetle ilişkilerini tamir yoluna gidecekti: “Bekledikleri, benim bu kavgayı sürdürmem... Sürdürmem, neden sürdüreyim… […] Gazeteci milletinin yolu sevdiği kişilerle de çapraz kesişir; ee, o durumda ne olacak? Ne olacağı belli… Benim başbakanı eleştirmeye hakkım varsa, ki var, elbette başbakanın da beni eleştirmeye hakkı vardır.” [38]

1990 ve 2000’li yıllarda, kitapçı rafları Yahudi düşmanı, Nazi taraftarı ve Dönme avcısı yayınlarla doldu. İşin ilginç tarafı, ülkede herkes birbirini “gizli Yahudi” olmakla suçluyordu. İslamcılara göre Derin Devleti oluşturan asker-sivil unsurların çoğunluğu “Dönme” idi, ulusalcılara göre, Abdullah Gül de, Recep Tayyip Erdoğan da, Bülent Arınç da “gizli Yahudi”ydi; Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre —kendisi de dahil—ülkede “Sabetayist” olmayan elit neredeyse yoktu. Bir zamanlar, dünyadaki sosyal-siyasal sorunların temelindeki çelişki ve çözümleri gözden kaçırmak amacıyla her şerrin sorumlusu olarak gösterilen “komünizm” ve “emperyalizm”in yerine artık, “Siyonist- emperyalist burjuva Yahudi”den “1. Dünya Savaşında Filistin ve Çanakkale’de bizi arkamızdan vuran, Türk’ün düşmanı Yahudi” ve “Allah’ın lanetlediği, eli kanlı İslam düşmanı Yahudi”ye kadar uzanan yelpazeden, herkesin meşrebine göre seçilen bir “Yahudi” imgesi yerleştirilmekteydi.

Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı da 1990’larda İslami ve ülkücü kesimlere hakim olan antisemitizmi 2008’de yazdığı bir makalede çok net anlatacaktı: “İslami ve ülkücü grup arasında o dönem yeni ünlenmeye başlayan Harun Yahya müstearıyla Adnan Oktar’ın kitapları da elden ele dolaşırdı... Masonlar, Yahudiler, Siyonistler muhabbeti bir süre sonra varolan dünyayı açıklamak için temel açıklayıcı anahtar haline geldi... Sonradan bu bayrağı ülkemizde kendine solcu diyenler devraldı ama o zamanlar henüz bu muhabbet Türk sol muhayyilesinin gündemine girmemişti... Fakat üç grubun da kesin surette anlaştığı bir şey vardı. O da Anti-Emperyalizm ve Anti-Amerikanizm idi…” [39]

Buna rağmen, 30'larda Cevat Rıfat Atilhan ve Hüseyin Nihâl Atsız gibi ırkçı milliyetçi yazarların, 1960’lı yıllardan günümüze kadar Mehmet Şevket Eygi ve 1990’lı yıllardan itibaren Abdurrahman Dilipak başta olmak üzere Ertuğrul Düzdağ, ve Harun Yahya (Adnan Oktar) gibi ırkçı İslami yazarların başını çektiği “Sabetaycılar / Dönmeler” ekseninde yürütülen antisemit cadı avını tamamen yok sayan sol liberal-İslami ittifak, Ergenekon davası sürecinde antisemitizmi de “kamuoyu gözünde AKP ve demokratları karalamak amacı güden, sadece Kemalist ulusalcılarda görülen bir hastalık” olarak yeniden tanımlamaya çabaladı. Böylece bu kafatasçı cadı avının sorumluluğu, bu işe İslami yazarlardan çok daha sonra soyunan ulusalcı antisemit ikilinin, yani —o da Ergenekon ile ilişkilendirilmesinden bu yana— Yalçın Küçük, Ergün Poyraz ve Soner Yalçın’ın üzerine kalmış oldu. Halbuki, Ergenekon davası öncesi İslami yazarların çoğu, aynı Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın 4 Mayıs 2004’de köşesinde Soner Yalçın ve onun Efendi adlı kitabı için yazdıklarına paralel bir şekilde, “gizli Yahudileri deşifre eden” Küçük ve Yalçın’a övgüler yağdırmaktaydı:
“Her yazdığı kitapla gündeme oturan Soner Yalçın, son eseri Efendi ile de çok konuşulacak. […] Korku belasına Müslüman olduğunu açıklayan Sabetaizm’in kurucusu [Sebatay Sevi], hiçbir zaman samimi olmamış, Yahudi inancını gizliden gizliye yaşamış; hatta bunun felsefesini yapmıştı. Bu felsefeye göre Müslüman gibi görünmek için her türlü takiyye yapılacak, şartların el verdiği ölçüde camilere, kışlalara, devlet dairelerine sızılacaktı. Öyle de oldu. İttihat ve Terakki başta olmak üzere tarihte iz bırakan pek çok olayın arka planında Sabetaycılar vardı. […] Sabetaycılık mevzuuna daha çok muhafazakar kitleler sahip çıktı. O yüzden de kimi zaman iddialara dudak bükülüp geçildi. […] Sabetaycıları şimdi Soner Yalçın masaya yatırıyor. Yalçın, Tempo`ya verdiği röportajda diyor ki: “Bizim tarihimizde (Sabetaycılık), siyasal İslamcılara bırakılmayacak kadar önemli bir konu.” Haklı. […] Ortada 350 kaynaktan yararlanarak ve 30 kişi ile görüşülerek kaleme alınan bir eser var. Ve bu eser inanılması güç ayrıntılara yer veriyor... […] Şimdi daha öte araştırmalar yapma zamanı. Korkmadan, endişe etmeden, komplolar üretmeden, ezilmişlik ve yenilmişlik psikolojisine teslim olmadan.” [40]
Küçük’ün Ergenekon Davası sanığı olması sonrası “Sabetaycılar” konusunda ihalenin neden Yalçın Küçük, Soner Yalçın ve Ergün Poyraz üçlüsünün üzerine bırakıldığı da daha sonradan ortaya çıkacaktı: Madem AKP'liler de Dönme olmakla suçlanmaya başlamıştı, o zaman aslında, “Sabetaycılar / Dönmeler” ekseninde yürütülen antisemit cadı avı bir Ergenekon planıydı! Türkiye’deki antisemitizmin “ulusalcı” ayağına değinen Rasim Ozan Kütahyalı, Taraf gazetesindeki 17 Eylül 2008 tarihli yazısında şöyle diyordu:
“İsrail meselesinde de, Ergenekon zihniyeti iki yönlü strateji izliyor… Bir yandan içeride sistematik olarak Yahudi-düşmanlığını pompalıyor… Dışarıda ise tam anlamıyla İsrail-yandaşı bir rota izliyor… Bir yandan, askerî istihbarat marifetiyle yürütülen projelerle Yahudi-düşmanı kitaplar yazdırılıyor. Kimi televizyon dizilerine verilen lojistik destekle bu ırkçı düşmanlık körükleniyor. […] Bu cumhuriyetin tarihi Yahudilere yapılan ahlak ve hukuk dışı uygulamalarla dolu… Dış ilişkilerde tam gaz İsrail-yandaşı olan devlet zihniyeti, diğer taraftan Müslüman yurttaşlarının İsrail ile Yahudileri özdeşleştirerek her ikisinden de nefret etmesini arzuluyor, bunu kışkırtıyor…

Ergenekon bağlamında son 6-7 yılın projesi de bu strateji üzerine oturuyordu… Erdoğan, Gül ve Arınç gibi isimlerin kökeninin Yahudi olduğu, onların İsrail’in ve ABD’nin adamı olduğu yönünde sistematik propagandalar yürüttü Ergenekon örgütü… […] İsrail ve ABD’nin en aşırı-sağcı isimleriyle Ergenekon’un “proje ve tasarım”cı aktörlerinin yakın temasta olduğunu biliyoruz. […] Türkiye halkında özellikle İslami kesimde Yahudi-düşmanı ırkçı duyguların azması, AKP hükümetinin de bu yönde davranması, Türk devlet zihniyetinin en çok isteyeceği şeydir… […] İşte bir darbenin zemini böyle hazırlanır… Ergenekon’un Yahudilik ve İsrail üzerinden yürüttüğü bu strateji çok tehlikelidir… Başarıya ulaşırsa, tüm Türkiye yurttaşlarının geleceği kararır… Bu dava o sebeple yüzyılın davası…” [41]
Kütahyalı yazısında Ergun Poyraz, Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ı deşifre etmek isterken; aslında belki de, Mehmet Şevket Eygi ve Abdurrahman Dilipak başta olmak üzere Ertuğrul Düzdağ, ve Harun Yahya (Adnan Oktar) gibi “Sabetaycı” avcısı yazarların da Ergenekon örgütü —veya Ergenekon örgütünü idare eden daha derindeki asıl Derin Devlet’in— üyesi olduklarını ifşa etmiş oluyordu! Üstelik Zaman gazetesi yazarı İhsan Dağı da, 6 Şubat 2009’da aynı yöne işaret eden bir yazı kaleme alıyordu:
“Bu ülkede anti-Semit arayanlar ne Gazze'ye destek mitinglerine baksınlar ne de muhafazakâr-dindar kesimlere, pek bulamazlar. Yeni kuşak anti-Semitler modern, kentli, eğitimli ve laikçi kesimlerden çıkıyor. […] Açıklayalım; son yıllarda Sabetaycılık üzerine yapılan sistematik yayınlarla 'anti-Semitik' bir zihin ve algı dünyası yaratıldı. Sabetaycılık üzerine yazılan abuk sabuk kitapların, internette dolaşan mesajların ve televizyon programlarının haddi hesabı yok. Yaptıkları, açıkça kafatası avcılığı, şecere çöpçülüğü. Memleketin neredeyse tüm kalburüstü aydınları, gazetecileri, akademisyenleri, işadamları ve siyasetçileri 'Yahudi' kökenli dönme/Sabetayist olmakla “suçlandılar”. Evet suçlandılar, bu kafatası avcıları ve şecere çöpçüleri için Yahudi kökenli olmak bir 'komplo'nun parçası olmakla, 'suçlu' olmakla eşanlamlıydı. […] Ulusalcı 'refleksleri' uyarması amaçlanan Sabetaycılık yayınlarıyla çizilen tablodan görülen, memleketin adeta 'Yahudi kökenliler'in istilası altında olduğuydu; yeniden bir 'ulusal kurtuluş savaşı'na hazır olmak gerekiyordu... Meseleyi o kadar abarttılar ki, devletin kurucusunun bile bir Sabetayist olduğunu ima eden yazılar yazdı bu 'ulusalcı şecere avcıları'; onlara göre Türkiye Cumhuriyeti bile bir 'Yahudi' projesiydi. Hatta İsrail, Yahudilerin kurduğu 'ikinci' devletti. Birincisi mi? Türkiye... Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan hakkında bile 'Musa'nın çocukları' yalanları yazıldı. […]

Toparlarsak; bugün anti-Semit arayanlar, ulusalcı hareketin yayınlarına, yazarlarına, strateji ve taktiklerine bakmalı. Anti-Semitizm bu hareketin yapıtaşlarından, tutkallarından birisi. […] Sonuçta; Goebbels'in ulusalcı çocukları işlerini yaptılar, hem de iyi yaptılar. Korku, kuşku ve çevrelenmişlik duygusu yaratarak, her taşın altında bir 'Yahudi parmağı' bularak, devletin ve toplumun önde gelen her ismine 'Yahudi kökenli' damgası vurarak modern, kentli, eğitimli ve fakat yalnız ve güvensiz kesimler arasında 'yeni anti-Semitik' bir dalga yarattılar. Yalnız, şimdi dönüp de bunun çamurunu başkalarının üzerine atmasınlar.” [42]

Bu yazı dizisinin diğer makaleleri:

Hakkımız olmayan tek şey unutmaktır… 22 Aralık 2009 Salı http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2009/12/hakkmz-olmayan-tek-sey-unutmaktr.html

Allah Aşkına, Nedir Bu Antisemitizm, Bilen Var mı? 25 Aralık 2009 Cuma http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2009/12/allah-askna-nedir-bu-antisemitizm-bilen.html

Büyüklere Masallar: Türkiye’de Antisemitizm Yoktur 01 Ocak 2010 Cuma http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2010/01/buyuklere-masallar-turkiyede.html

"Salkım Hanım'ın Taneleri" mi, "Yahudi'nin Adı Yok" mu? 18 Ocak 2010 Pazartesi http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2010/01/salkm-hanmn-taneleri-mi-yahudinin-ad.html

Bilimin Yüzümüze Tuttuğu Ayna 25 Ocak 2010 Pazartesi http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2010/01/bilimin-yuzumuze-tuttugu-ayna.html

Antisemitizm korkusu, İsrail’in eleştirilmesine engel mi? 29 Ocak 2010 Cuma http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2010/01/antisemitizm-korkusu-israilin.html

Kırılma Noktası 2: Dökme Kurşun Harekatı 22 Mart 2010 Pazartesi http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2010/03/krlma-noktas-2-dokme-kursun-harekat.html

Mazluma da Zalime de (Şahide de) Kimlik Sormamak 22 Mart 2010 Pazartesi http://ozgurlukcudemokrasi.blogspot.com/2010/03/mazluma-da-zalime-de-sahide-de-kimlik.html


Kaynakça
  1. Yurdatapan, Şanar; Dilipak, Abdurrahman. Ortak Payda Yeşil-Kırmızı Kırmızı-Yeşil Denemeler. İstanbul: İnkılâp Kitabevi. 248 sayfa, 2004. ISBN: 9789751022479
  2. Türkmen, Hamza. Sosyalist Sol ve Müslümanlar Arasındaki Diyalog Klişe Söylemleri Aşabilir mi?, Haksöz, Nisan 2003. http://members.lycos.co.uk/musluman/guncel/haksoz_14.htm
  3. Yurdatapan, Şanar; Dilipak, Abdurrahman. Ortak Payda Yeşil-Kırmızı Kırmızı-Yeşil Denemeler. İnkılâp Kitabevi. 248 sayfa, 2004. ISBN: 9789751022479
  4. Yurdatapan, Şanar; Dilipak, Abdurrahman. Kırmızı Yeşil Anılar / Yeşil Kırmızı Anılar. Aykırı Yayınları. 260 sayfa, 2003. ISBN: 9789758337682
  5. Belge, Murat; Perinçek, Doğu; Dilipak, Abdurrahman. İslamiyet ve Barış Tartışması. Kaynak Yayınları. 70 sayfa, 1997. ISBN: 2789785842217
  6. Behramoğlu, Ataol; Mahçupyan, Etyen; Akyol, Taha; Dilipak, Abdurrahman; Alatlı, Işıl. Beyin Fırtınası: Demokrasi, Batılılaşma, Laiklik, Devlet, Yeni Dünya Düzeni. Esra Yayınları. 248 sayfa, 1996. ISBN: 9757173452
  7. Kıvanç, Taha (Koru, Fehmi). Komplo teorilerine sakın kanmayın. Yeni Şafak. 27 Eylül 2001. http://www.yenisafak.com/arsiv/2001/eylul/27/tkivanc.html
  8. Kaya, Rıdvan. Töre Cinayetleri: Kim Neyi Mahkum Ediyor, Neyi Savunuyor? Haksöz. Sayı: 158/159. Mayıs/Haziran 2004. http://haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=4054
  9. Emre, Akif. Başörtüsü kadın sorunu mudur? Yeni Şafak. 26 Şubat 2008. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=9533&y=AkifEmre
  10. Ali Bulaç'ın 'Ortaçağ kafası'. Haber24. 14 Mayıs 2009. http://www.haber24.com/Guncel/1-44455/Ali-Bulac-in-Ortacag-kafasi.html
  11. Bali, Rıfat N. Doksanlı Yıllar - Medya Temelli Bir Bilanço Denemesi. http://www.rifatbali.com/images/stories/dokumanlar/doksanli_yillar.pdf
  12. Temelkuran, Ece. Azınlık Haklarımızı Veriniz! Milliyet. 4 Nisan 2004 http://www.milliyet.com.tr/2004/04/04/yazar/temelkuran.html
  13. İnsel, Ahmet. Tehcir, Mukatele, KıtalRadikal. 22 Ekim 2006. http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6360
  14. Oran, Baskın. Ermeniler Türkiye Sivil Toplumuna Güvenmeli. Radikal. 6 Kasım 2009. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&Date=&ArticleID=944230
  15. Ermenilerden Özür Diliyorum. Erişim Tarihi: 7 Kasım 2009. http://www.ermenilerdenozurdiliyorum.com/
  16. Belge, Murat. Edebiyatta Ermeni Sorunu. Birikim. 202:28-45. Şubat 2006.
  17. Nâzım'ın dizelerindeki soykırım sansürlendi mi? Sabah. 22 Aralık 2006. http://arsiv.sabah.com.tr/2006/12/22/gnd101.html
  18. İnce, Özdemir. Nâzım Hikmet’e Pislik Sıçratmayın. Hürriyet. 3 Ocak 2007. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=5712537
  19. Jones, Derek [Ed.]. Censorship: A World Encyclopedia. Chicago: Routledge. 2,950 sayfa, Aralık 2001. ISBN-13: 978-1579581350. http://www.thefileroom.org/documents/dyn/DisplayCase.cfm/id/1215
  20. Bayraktar, Necla. “Öldüremediğimi öğrenince dünya başıma yıkıldı.” Akşam. 19 Şubat 2006. http://www.tumgazeteler.com/?a=1350970
  21. Sevkatli Tuksal, Hidayet. Taciz nasıl engellenir? Star. 6 Kasım 2009 http://www.stargazete.com/gazete/yazar/hidayet-sefkatli-tuksal/taciz-nasil-engellenir-223587.htm
  22. Dilipak, Abdurrahman. Üzmez bu defa üzdü!. Anadolu’da Vakit. 5 Kasım 2008. http://www.habervaktim.com/yazar/8634/uzmez_bu_defa_uzdu.html
  23. Çiçekoğlu, Füsun. Hatırla Sevgili'den Gazete Kesikleri. BİA Haber Merkezi. 19 Nisan 2008. http://bianet.org/biamag/biamag/106410-hatirla-sevgiliden-gazete-kesikleri
  24. Neşe Düzel, “Türkler, Kürtler ve Lazlarla bu iş olmaz”, Yeni Yüzyıl, 22 Nisan 1996.
  25. Füsun Saka, “Entelektüellik Sorgulaması”, Tempo. 704:50-52. 7-13 Haziran 2001.
  26. Taha Akyol, “Yolsuzluk, İslam, laiklik”, Milliyet. 16 Şubat 2002.
  27. Serdar Turgut, “Sevdiğim yazarlar listesi”, Akşam. 10 Ocak 2004.
  28. PKK karakola saldırdı: 15 şehit. Radikal. 4 Ekim 2008. http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=901665&Date=04.10.2008&CategoryID=77
  29. Arıkanoğlu, Soner. Artık itiraf edin bu “ikinci Dağlıca”. Taraf. 8 Ekim 2008. http://www.taraf.com.tr/haber/18614.htm
  30. Aktütün’ü itiraf edin demiştik... Biz açıklıyoruz. Taraf. 14 Ekim 2008. http://www.taraf.com.tr/haber/19121.htm
  31. Başbuğ'dan çok sert açıklama. Milliyet. 15 Ekim 2008. http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1003564
  32. Paşasının Başbakanı. Taraf. 17 Ekim 2008. http://taraf.com.tr/haber/19253.htm
  33. Paşa’nın Başbakanı değilim.” Taraf. 18 Ekim 2008. http://taraf.com.tr/haber/19379.htm
  34. Bekaroğlu, Mehmet. Paşasının Başbakanı’nın Brifing Hükümeti. Taraf. 31 Ekim 2008. http://www.taraf.com.tr/haber/20389.htm
  35. Başbakan Erdoğan Hakkari'de konuştu. Hürriyet. 2 Kasım 2008. http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10265879
  36. Koru: Obama gibi geldiler, Bush’a benzediler. NTVMSNBC. 6 Kasım 2008. http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/464982.asp
  37. Erdoğan'dan Fehmi Koru'ya “Yazıklar olsun! Sevsinler seni!” Radikal. 8 Kasım 2008. http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=Detay&ArticleID=907406&Date=08.11.2008&CategoryID=78
  38. Kıvanç, Taha (Koru, Fehmi). Ben eleştirdim… O eleştirdiYeni Şafak. 10 Kasım 2008. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/default.aspx?t=10.11.2008
  39. Kütahyalı, Rasim Ozan. Bir okul ve 90’lar nostaljisi. Taraf. 17 Eylül 2008. http://www.taraf.com.tr/makale/1947.htm
  40. Dumanlı, Ekrem. Sabetaycılar ve Zehirli Ot Kokusu. Zaman. 4 Mayıs 2004. http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=43820&keyfield=5361626574617963C4B16CC4B16B
  41. Kütahyalı, Rasim Ozan. Ergenekon ve İsrail. Taraf. 11 Ocak 2009. http://www.taraf.com.tr/makale/3496.htm
  42. Dağı, İhsan. Yeni anti-Semitler kimler? Zaman. 6 Şubat 2009. http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=812115&keyfield=5361626574617963C4B16CC4B16B

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder